Bir gün bir rüya gördüm. Dünya küçülmüş gözümde. Sanki yeni yaratılmış gibi her yan buharlı. Bugünki İzlanda diye bildiğimiz yere doğru yönelip oturuyorum karaya. O derece küçük yani dünya kıyas edilince benle. Ayaklarımı okyanusa daldırıyorum. Canım sıkılıyor yine her zamanki gibi. Kısa bir süre sonra buharlar çekiliyor. Kıtalar yeşilleniyor. Asya'yı da görüyorum Avrupa'yı da Amerika'yı da. Sırtıma da bir soğuk vuruyor, dönüp bakıyorum ki Kuzey kutbu. Sonra, Ümit olduğum aklıma geliyor. Aklıma gelir gelmez İki kule yükseliyor Amerika tarafında. Gri, parlak, metalik iki kule. Pek önemsemiyorum. Eğilip, çenemi dayayıp sağ elimin sırtına suya bakıyorum. Ben susarken okyanustaki yansımam/yüzüm "Deccal'im nerde?" diyor. Yansımadaki yüzümün yanından iki siyah balık hızlıca geçip, bir süre sonra havaya fırlıyorlar ve ikiz kulelelere doğru uçuyorlar. Gidiyorlar, gidiyorlar ve kulelere çarpıyorlar.
Fazla terlemeden uyanmışım. Bu rüyayı 11 Eylül patlamasından birkaç gün sonra görmüştüm. Uçan balıklar belgeselinin etkileri olduğunu düşünüp önemsememiştim. Dün bir daha gördüm bu rüyayı. Yine terlemeden uyanmışım. Çay koydum. Kahvaltı yaptım. Musluğun yanına düşmüş bir üzüme üşüşen karıncaları gördüm. Biliyor musunuz, onlar organik olan şeyleri ayırt edebiliyorlar.
Bir eğitim öğretim yılı daha kapımıza geldi dayandı. 2014-2015. Ne yaptım bu yaz aylarında? Yan geldim yattım. Çalıştım da tabii. Kendimce uğraşılarım var. Fakat öte yandan, gerek bu yan gelip yatmaların artması, aynı zamanda kendimce uğraşılar dediğim uğraşılarla meşgul olurken çok önemli bir konudan da kaytarmaya çalıştığımı fark ettim. Mehdilik çalışmalarını aksatıyordum. Dün gördüğüm rüyanın bir uyarı olduğunu anlamadım, değil. Rüyadan önce de birtakım balıklarla ilgili belgeselleri izlemiştim. İnsanlarla ilgili belegeselleri de izleyebilirim fakat hep aynı şeyler hep aynı şeyler. Hep aynı şeyleri yapıyorlar. Hayvan belgeselleri daha ilginç. İşte, bu tür balık belgesellerini izlemek bu tür rüyalara sebep oluyor aslında.
itiraf edeyim edeyim, içten içe bekliyorum Deccal'i. Ben o soruyu yıllar önce ona sorduğumda o bana işareti vermişti... Şu tembel halimle alay eder gibi bir daha vermişti işareti. Deccalim nerde? Yüzümün yanından geçen iki balık ve ikiz kulelere doğru uçup yapışmaları...
O da kimsenin bilmediği dilden konuşuyordu; herhangi bir kelimeyle değil. Balıkları kelime etmişti...
Çok tembel değilim aslında. Aslına bakarsanız halledemeyeceğim iş yok. Fakat halletme planları, taktikler falan...kafamda eskiyor sanki. Yapmışım gibi kuvvetlice bir his yerleşiyor. Dikkatli düşünülürse, yapılmak istenen herhangi bir şey yapıldıktan sonra sadece bir düşünce parçasıdır. Ben bunu kısa yoldan yapıyorum: hiçbir şey yapmıyorum. Deccal benimle dalga geçiyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla karıştırmadığı halt kalmadı dünyada; şu son 100 yıldır da azıttıkça azıttı.
İnsanlıktan Mehdiliğe geçiş aşamasında galiba birtakım zihinsel kalıt-kalıpları henüz atıp kurtulamadım sanırım. Ne demek istiyorum.? Yani ben neydim eskiden? Hım?.. İnsandım. Haliyle, şimdi Mehdi olsam bile, deccal-düşman deyince bir insan yüzü arıyorum kalıt-sal kanıksal olarak. Belki de gerçekten bir insan yüzüne sahip o. Sokakta yürürken karşıma çıkmasını bekliyor da olabilirim.
Şu Didim'e geldiğimden beridir gördüğüm şeytanları hiçbir yerde görmedim. Düşündüm durdum... Acaba o gördüklerimden, tanıdıklarımdan biri miydi? İnsan yüzüne bürünmüş bir deccal?.. Hayır. Neden hayır? Çünkü burada gördüğüm şeytanları uzun soluklu incelediğimde hep insani zaaflarla karşılaşıyordum; küçük çıkarlar, küçük hesaplar. Mekanizmalar huylandırmadı beni desem, yalan söylemiş olurum. Yani, bakıyorsunuz, küçük hesaplar bu insanları büyük şeytanlara çevirdiyse eğer, ... diyordum, acaba? diyordum... hayır, diyordum. Hatırıma getirmek istemediğim o soruya doğru gidiyordum..da işte şu tembellik beni yine alıkoyuyordu bir çeşit adım atmaktan. Saf bir şeydi o! saf'lık sıfatı pek yakışmıyor gibi dursa da.. o saf bir şeydi, saf biriydi. Hiçbir güzellikte ve de hiçbir çirkinlikte, ve toplamlarında bulamayacağınız derecede bir saflık. Her şeyi yutabilen bir boşluk-su; karanlığın yokluğu, ve aydınlığın yokluğu.
Akşama doğru gittim köfte yedim.Sonra, Kipa'ya uğradım. Armut Malt'ı ve Haribo Berries aldım. En son iki sene önce yemiştim hariboyu. Ciddiyetsiz bir Mehdiyim! diye geçirdim içimden.
11 Eylül ile ilgili Banu Avar'ın bir programını izledim. Zaten o zamandan bu zamana kendi çapımda inceledim, herkes gibi ben de. Banu Avar işin siyasi, politik, ekonomik, çeteik taraflarını inceliyordu.
11 Eylül'ün ilk görüntüleri gelmeye başladığında bir şey dikkatimi çekmişti. İki tane devasa kule, çelik metal beton mobilya insan yıkılıyor ve yıkıldığı yerde bir avuç hurda kalıyordu sadece. Bir çeşit nükleer silah kullanmışlardı. Nötrinolu mötrinolu. Maddeyi toza ve ısı enerjisine dönüştüren. O metal yığınlarının çoğu, kuleler yıkılırken zaten buhar-ısı olarak semaya uçmuştu bile. M=m+enerji. Küçük olan m kalan bir avuç yığıntı kütlesi. Büyük M yıkılmadan önceki toplam kütle.
Yani Deccal bana dedi ki mesajında, alırım kütleni kimsenin haberi olmaz. Balık ise kısmet demekti. Kısmetin bu diyordu, o tarafa bak diyordu.
Zuhr maddesizdir. Deccal'în görünmezliği, zuhrumun kati ispatı.
Oynuyor benimle hayvan herif. Fakat ben de onu tembelliğimle gebertmeyi düşünüyorum. Bir şeyin karşıtı yoksa kendi de aslında yoktur. Çok akıllıyım ben. Evet.