Yaşamlarımız kırgınlıklarla dolu. Tatile gidiyoruz ama hiçbir şey düşünmeden denizin kıyısında dolaşamıyoruz ya da bir karpuz kesip keyiflice yiyemiyoruz.
Çünkü kafalarımızın içi dolu. Soğana, domatese, ekmeğe ve peynire razı olarak yaşamak yerine lüks yaşamlara yöneliyoruz. Bu lüks yaşamların bedelini de yaşayamamakla ödüyoruz.
Hayatta beş yaşında iken çok mutluyduk. On yaşında iken sadece mutluyduk. On beş yaşında iken mutlulukla mutsuzluk arasında git geller yaşıyorduk. 20 yaşında ise yaşamlarımıza hakim olan mutsuzluk, bizleri bir ömür boyu esir alıyor. Sebep ise hırslarımız, ihtiraslarımız, doymak bilmeyen gözümüz.
Oysa karışık yaşantılar yerine daha sade yaşantılara sahip olabilirdik. Ancak mütevazi yaşamlara ev sahipliği yapamadığımız için tıpkı yaşantılarımız gibi kafalarımızda karışık. Hepimiz, sanki kendi hayatlarımızı değil de çalıntı hayatlar yaşıyoruz. Bu yüzden sakin ve asude bir zaman dilimi avucumuzun içinden kayıp gidiyor.
Geleceğe dair kendi kendimize kafamızda tasarladığımız birçok vaadimiz var. Bu vaatleri kafamızda oluştururken 'Hangi vaat mutluluktan daha değerli olabilir?' sorusunu kendimize sorduk mu?
Sormadık. Sormadığımız içinde her şeyden şikayetçiyiz. O kadar şikayetçiyiz ki yaşamımızın ilham perisi bile bizden bıkmış ve bizi terk etmiş.
Bizler, bir şeyi istemek ile yapabilmek arasındaki mesafeyi koruyamadık. Her şeyi isteyen, isteklerimizi elde ettikçe daha da isteyen bizler, büyükşehirlerin bizlere dayattığı kaos ve çaresizliğe razı olduk. Hayallerini gerçekleştirenlerin yüzlerine yalandan gülerken onları içten içe kıskandık.
Bizler, yaşamın seçilen bir meslek olmadığını bir türlü anlayamadığımız için hata üstüne hata yaptık. Yaşamımızda ağzımıza bir parmak bal çalalım derken acılı Urfa ezmesinin esiri olduk.
Yaşamda başarılı olan insanlara bakıldığı zaman yaşamın soğuk sürprizlerine karşı espriyle yaklaştıkları görülür.
Yaşamdaki tüm kırgınlıklara boş verip, deniz kenarında bir karpuz kesip, sularını akıta akıta keyiflice yemeye ne dersiniz?